Calvin genç yaşında bir kitap yazıp üne kavuşmuş bir gençtir. Amatör grupların ses getiren ilk albümlerinden sonra düştükleri çıkmaza benzer bir çıkmaza düşüp, ilham ve belki de yetenek eksikliğinden 2. kitabını bir türlü yazamıyordur. Ama bir yandan da Salinger’ın ilk ve tek muhteşem kitabı Gönülçelen’den sonra yaptığı gibi inzivaya çekilip cool bir hayat da süremiyordur.
Hiç arkadaşı yoktur, kız arkadaşı kendisini terkettiğinden beri hayatına hiç bir kadın girmemiştir. Ağabeyi, psikologu ve köpeği Scott’dan başka kendini dinleyen yoktur. Scott adını Scott Fitzgerald’dan almıştır. Bu Calvin’e göre Fitzgeral’a bir saygı duruşudur; iplerini elinde tuttuğu, gel dediğinde gelecek bir canlıya duyduğu saygı kadar saygı duyuyordur en sevdiği yazara.
Calvin yazamadığı bu günlerde, psikoloğunun da tavsiyesiyle bir kitap yazmaya karar verir. Boş kağıtlara bakakaldığı bir gün rüyasında Ruby isimli bir kız görür. Yeni ilhamını bulmuştur; Ruby. Durmadan yazar, Ruby’i baştan sona inşaa eder. Sonra bir gün uyanır..
(Yazının bundan sonraki kısmı bolca Spoiler içerir)
Yanındaki kişi aklının yarattığı Ruby’dir. Calvin şoke olmuştur, bunun aklının ona oynadığı bir oyun olduğunu düşünür -bu güne kadar bolca ‘meğer adam şizofrenmiş’ temalı film izlemiş biri olarak yeter ulan dediğim an- ama hayır Ruby ete kemiğe bürünmüş biridir. Calvin ve izleyici bunun nasıl olduğunu film boyunca anlamaz ama sorgulamaz da. Çünkü önemli olan Ruby’nin nereden ya da nasıl geldiği değil bundan sonra neler olacağıdır.
Ruby tam da Calvin’in tasarladığı gibidir. Ve Calvin artık Ruby’i yazmayacağının sözünü verir ağabeyine. İlişkileri bir müddet sorunsuz devam eder. Ta ki bir gün Ruby’nin dışarıda yalnız vakit geçirmek isteyeceği zamana kadar. Ruby o gece eve dönmek istemez ve Calvin paniğe kapılmıştır. O gece sözünü çiğner ve Ruby’nin ona deli gibi bağlı olmasını yazar. Ruby koşarak eve gelmiştir. Ruby Calvin’e artık deli gibi bağlıdır. Bir an bile ondan ayrılmaz, vücudunu tek vücut haline getirmiştir, evde ve sokakta. Ama hayır Calvin bundan da sıkılır. Calvin daha sonra tekrar daktilo başına oturur ve Ruby’i tekrar tasarlar.. Sonra tekrar ve tekrar..
Calvin istediği türden bir ilişkiye kavuşmak için durmadan Ruby’i bozup baştan yapar ama bu süreçte kendini değiştirmek adına hiçbir şey yapmaz. Çünkü kendisi olması gerekendir. Ama gene kendi kaleminden çıkan, aşık olduğunu düşündüğü bu oyuncak bebek onu bir türlü mutlu edemez, çünkü aşık olduğu şey yazdığıdır yani kendisi. Tüm film boyunca kendisini dahi olarak tanımlayan kalabalıklara beni böyle tanımlamayın deyip utançla yüzünü aşağıya doğru çevirirken aslında karşıdakinin bu mütevazi duruşu da takdir etmesini bekleyen sahte alçak gönüllülerden biridir o da.
Filmin final sahnesinde Ruby’e onu kendinin yarattığını söyler. Ruby inanamaz ve onun inanmasını sağlamak için onu önce bir ‘köpeğe’ çevirir, daha sonra da kalabalıklara öyle söylememelerini tembihlediği şeyi bağırtarak söyletir: “Calvin bir dahi!”
Ruby Sparks basit ve belki de klişe bir senaryoya sahip. Film kritiğini yaptığımız, benim de buradan cevap vermek istediğim Orkun filmin daha fazla Ruby’e yoğunlaşması gerektiğini düşünüyor. Bana kalırsa bir objeye dönüşen Ruby’nin kim olduğu, ne hissettiği pek önemli değil. İlişkilerde Tanrı rolünü oynayan, değişmez bir güçmüş gibi davranan ve durmadan değiştirmeye çalışan insanların düştüğü hastalıklı durumu güzel özetliyor Calvin. Sağlıklı bir ilişkinin, insanın insan gibi yani kusurlu olmasından ve karşılıklı olarak bu boşlukları kapatan bir puzzle’a benzemesinden kaynaklandığını gösteriyor.
Calvin Ruby’i önce kaybediyor. Senarist (aynı zamanda da Ruby’nin ta kendisi) ona bir şans daha veriyor. Tıpkı bizim yeryüzündeki Tanrı’lara verdiğimiz gibi.
Ve film Calvin’in 2. şansı nasıl değerlendirdiği sorusuyla son buluyor.
Little Miss Sunshine’ın yönetmelerinin bu son -çerezlik- işini izleyin derim.
6 Yorum
kutupayusu
27 Ocak 2013 at 17:30çok sevdim bu filmi…hatta kaç kişiyede izlettim bilemiyorum 😛
burçak yıldırım
27 Ocak 2013 at 17:31aa kutupauyusu seni görmek ne güzel:) neyi, hangi kısımları sevdiğini aç-aç-aç! 😉
Rick Blaine
13 Şubat 2013 at 18:27Aşka mülkiyet katamazsın, aşka sahip olamazsın ama onu yaşayabilirsin demek isteyen sıcacık bir film.
burçak yıldırım
13 Şubat 2013 at 18:27rick, çok güzel bir yorumdu.
Rick Blaine
14 Şubat 2013 at 21:22duygusal filmlerden hoşlanıyorsan "wicker park" ı önerebilirim. 2004 yapımı bir film ama güzeldir.
burçak yıldırım
14 Şubat 2013 at 21:24aslına bakarsan romantik komedi filmleri pek tarzım değildir, Ruby'yi daha çok içindeki espri ve dediğin gibi mülkiyet nüansından sevdim. ama wicker park da aklımın bir köşesinde 🙂