Haftada birkaç etkinliğe gidiyorum. Özellikle hafta içi iş çıkışları. Güzel bir oyun, iyi bir resim görmek ya da müzik bana yaşadığımı hissettiriyor. Aksi halde boğulacak gibi oluyorum. Benim sanatla ilişkim bu yüzden oldukça pragmatik, bana kendimi iyi hissettirdiği kadar var. İyi hissettirmek derken, elbette saadet dolu eserlerden bahsetmiyorum. Bana soru sorduran, algılarımı açan, fark etmemi sağlayan ve hatta acı çektiren işler.. İyi hissetmem, bir şeyler daha öğrenmenin verdiği rahatlamadan ileri geliyor. Bir de sistemin bize dayattığı çalışma saatlerinin dışında, kendime ait kalan zamanımı kaliteli geçirmenin mutluluğuyla dönüyorum evime.
Sanat benim için amaç değil araç. Bu yüzden sanata körü körüne aşık biri değilim ve onu kutsamıyorum. Ya da ne bileyim, bir sanatçının bir maden işçisinden daha kutsal bir iş yaptığını düşünmüyorum. Ve bununla beraber sanat/sanatçı kavramlarının kutsallaştırılmasından daha da kötü olan “sevicilik” kavramına kurban gittiğini de görüyorum.
“Kültür sanat seviciliği” kavramının varlığına hepimiz aşinayız aslında.
Belirli bir zümreye ait olmanın şartlarından biri de güncel sanattan haberdar olmak, onu takip etmek ve takip ettiğini de içinde olmak istediğin zümreye bildirmek. Etkinlikler ya da sergilerde anlam veremediği işlerin önünde dakikalarca kalan, hiçbir şey hissetmediği eser hakkında kendinin de anlamadığı cümleler kuran insanlar tam da bu türden. Ancak bu insanlar, daha çok kazanmak isteyen sanatçılar ve galerin de göz bebeği durumundalar.
Daha fazla para kazanmanın derdinde olan kimi sanatçılar, para hırslarını örtmek ve sanatın naifliğine de halel getirmemek adına davranışlarına birer kulp bulmak zorundalar. Bunun bu zamandaki adı da çoğu zaman çağdaş sanat. Üzerine düşünülmemiş, hissiz, herhangi bir emek unsuru olmayan bu işler genelde bir şeyleri protesto ediyor ama sanatçı işinin binlerce liraya satılmasına da itiraz etmiyor. Her neyse konudan sapmayayım, başka bir şeyden bahsediyordum, geçen gün gittiğim bir rehberli sergide bir İspanyol sanatçının işleri sergileniyordu. Sanatçı Andy Warhol’dan ‘esinlenerek’ birbirinin tıpa tıp aynısı fakat farklı renklerde olan işler yapmıştı. Birbirinin renkli fotokopisi çekilmiş işlere Warhol referansına rağmen pek bir şey hissetmedim. Rehber sanatçının bu duruşunu tüketim çağına bir başkaldırış olarak yorumlayınca şunu sormadan edemedim; “bunlar satılık mı?”, rehber bu soruya işlerin fiyatıyla yanıt verdi ve söylemeliyim ki tek bir tablonun fiyatı ile orta sınıf bir aile ölene kadar çalışmadan yaşayabilir.
Bu durum sanırım galerilerin de işine geliyor. Değeri hiçbir rasyonel kavrama dayanmayan ve tamamen subjektif olan eserler, eğer sanatsal açıdan yetersizse birbirinden karmaşık ve anlamsız sözlerle süslenip, ya bir akıma ya da duruşa dayandırılıp görücüye çıkıyor. Ve izleyici gördüğünden- okuduğundan hiçbir şey anlamadıkça bir şeyler kaçırdığını sanıp ona kendince maddi ve manevi bir değer biçiyor. Böylece de sanatsal anlamda bir şey ifade etmeyen işler kendi arz talep dengesini kurmuş oluyor.
Geçen gün önemli bir konumda olan bir galeriye girdim. İşlere şöyle bir göz attım da, gerçekten vasattılar. Tam çıkacakken bu kadar vasat işleri acaba nasıl takdim etmişler diye meraklandım ve aşağıdaki yazıyı okudum:
“Sunumsal çalışmalara bireysel yaklaşımlar, duygusal dokunuşlarla dokunsal ve duyusal deneyimler, sarmal dünyalar!”
Bu hiçbir şey anlamadığım yazıdan sonra işlere uzaktan tekrar bir baktım ve kafamın üzerinde oluşan “?!?!hşaln?nasıl?e?” baloncuğuyla dışarı çıktım. Artık ben de işleri beğenememe nedenimin entelektüel birikimimin yeterli olmamasından kaynaklandığını anlamıştım. Bu yazı bana bir nevi ” hadi canım öğren de gel” diyordu. İçeriği hiç anlamamıştım, anlamak için zaman harcamak yerine ‘hayran olmayı’ tercih edip dışarı çıktım.
Neyse ki tüm bu olanlardan rahatsız olan ve baş kaldıran başka insanlar var. Efe Işıldaksoy, sanat izleyicisi olarak rahatsız olduğum şeylerden rahatsız olan bir sanatçı. Ve bir sanatçının rahatsızlığı, eğer içtense ve eylemlerine yansıyorsa işte o zaman tadından yenmiyor. Efe de derdini çok net bir şekilde ifade edecek bir eylem yapıyor: işlerini çöpe atıyor! Bu süreci kendi şöyle ifade ediyor:
“Sergim şehrin çeşitli semtlerinin çöplerine işlerimi bırakarak başlayacak ve isteyen çöpün önünden istediği işi alıp götürebilecek.. Neden çöp? Üzerinde bulunduğumuz dünyada milyonlarca yıldır yaşıyoruz ve geldiğimiz noktada her şey satılık. Yeterince para öderseniz her şeyi alabilirsiniz. Para vermeden alabileceğiniz şeyler ise sokağınızdaki çöp tenekesinin içerisinde. Sanatın değeri, uğruna ödenen para ile ölçülüyor ve sanat git gide insandan kopuyor. Uğruna para ödensin diye yapılıyor resimler, bilet satılsın diye oynanıyor oyunlar, çekiliyor filmler. Ben resimlerimi neden mi çöpe atıyorum. Çünkü onlar satılık değil. Onlara para verip evinizin duvarına süs yapamazsınız. Ya da girişi paralı bir sergiye, belirli bir kesimin görmesi için asamazsınız… Çöpten farksızlar, çünkü onlar için hiç para ödenmedi. Bir yandan sanata ihtiyaç duyan bireyler azalıyor. Diğer yandan sanat yok oluyor. Para kazanmak için yapılan sanatın temasını anlatmayın bana da sanatı sanatçılardan kurtarın. Böylesi daha iyi olacak. Ve Ekmeğini çöplerin içinden çıkaran insan, sanat demeye başladığında uygarlaşacağız, ya da kimse çöplerin arasında ekmek aramadığında..”
Hemen hemen her gece bir eserini rastgele seçtiği bir çöpe bırakıyor, çöpün hangi çöp olduğunu ise birkaç saat öncesinden sosyal medya hesaplarından duyuruyor. Halen daha o şansı çöpü denk getiremesem de, bu alt metni süper eylemi sonuna kadar destekliyorum.
Kendisini instagram’dan takip etmek için buraya, twitter’dan takip etmek içinse şuraya göz atın.